Hiç beş çayı alışkanlığının nereden geldiğini düşündünüz mü?
Beş çayının hikâyesine gelmeden önce, “bunca gündem varken nereden aklına geldi?” demeyin. Bu da lazım…
Zira yıllar önceden değişmeye başlayan türlü türlü alışkanlıklarımız var. Mesela gençlerin şu an ki İngilizce Türkçe karışımı konuşma şekilleri, İnsanların birbirine yazdığı mesajlarda artık sesli harflerin kalkması, bilumum mağazaların isimlerinin yabancı dilde olması, yeme içme yerlerinde ki günlük yemek listesinin menü olması ve içinde ki yemek isimlerini bir türlü okuyamamamız Türkiye’desin ve Türkçe konuşuyorsun ancak yazılanları okuyamıyorsun.
Sabah- öğle arasında yenen yemeklerin, “brunch” olarak anılması,ne bileyim benim mentor olmam,mentor ne yahu, bunun Türkçesi “yönder”dir..
Yabancı terimler ve dil, yavaş yavaş içimize yıllar önce girmeye başladığında belki de Türkçe’mizi bu kadar tehlikeye sokacağı kimsenin aklına gelmedi.Zira şimdide Adana’da artık Suriyelilerin mahallesi ve hatta çarşısı varken, o bölgeleri girdiğinizde kendinizi Arap ülkesine gelmiş gibi yabancı hissediyorsunuz.
A..aklımdayken acaba Büyükşehir Belediyesi bu gidişata ne zaman “dur” diyecek ve o tabelaların vergisini bu vatandaşlar ödüyor mu? Yoksa, Büyükşehir Belediyesinin gücü bizim gibi vergisini ödeyen, ancak iptal edilen ihalelerden bir haber olan, ekmeğinin peşindeki esnaflara mı, gücü yetiyor?
Sayelerinde bizim de artık, nur topu gibi Arap mahallerimiz var.
E… Balık baştan kokarmış.
Neyse gelelim meşhur beş çayının öyküsüne;
“Ufak tefek boyundan beklenmeyecek yeme-içme merakıyla nam salan Kraliçe Victoria, 20 Haziran 1837’de 18 yaşında tahta çıktığında, kimse bu 1.50’lik-42 kiloluk kadının, 63 yıl hüküm süreceğini ve “üzerinde güneş batmayan” imparatorluğu ile dünya nüfusunun dörtte birinin kraliçesi olacağını tahmin etmiyordu. Victoria, 1901’de ölene dek, “dünyayı” yemiş, alınan son ölçülere göre boyu ile bel çevresi aynı ölçülere gelmiş. Kemik ilikli tosttan kaplumbağa etine, viskiden ballı şaraba sekiz çeşitlik birkaç mönü birden hazırlatır, bir de et çeşitlerinin dizildiği bir açık büfe kurdururmuş. Olur da “yemek sırasında acıkan olursa”, yan masada duran ızgara ilikli kemiklerden, balık veya av hayvanı etlerinden ana sofraya takviye yapılırmış.
Nedimelerinden Bedford Düşesi Anna, acıkıp saat dokuzdaki akşam yemeğine dek sabredemediğinde, odasında arkadaşlarını çeşitli atıştırmalıklarla ağırlarmış. Bunu duyup fikri çok beğenen kraliçe, her gün çay sofraları kurdurtmaya başlamış. İngilizlerin meşhur “five o’clock tea”, yani beş çayı alışkanlığının temeli de böyle atılmış. Giyinip kuşanıp gidilen bu çay partileri saat yedide biter, böylece akşam yemeğine hazırlanma vakti kalırmış.”
Ve böylelikle, bizim de âdetimiz haline gelen beş çayının öyküsünü okuduk, ancak inanın yabancı mey şeyli hayatımıza giren, en masum kültür değişimi.
Mustafa Kemal Atatürk, öyle öngörülü bir lidermiş ki bütün bunları önleyebilmek için Türk Dil Kurumunu kurmuş. Ancak ne bilsin ki bu kurum da siyasete kurban gideceğini.
Nasıl ki resim ile fotoğraf, seyretmek ile izlemek, ağabey ile abi, kelimelerinin aynı anlamda kullanılmasında bir sakınca görülmediğini onaylıyorlarsa, Türkçe’mize girecek yeni, garip kelimeleri de canı gönülden onaylayacaklarına eminim.
İşte kültür yozlaşması böyle başlar, önce örf ve adetler değişmeye ve dilinizin kirlenmesiyle toplumdan topluma kültür aktarımı başlamış olur ve kendi dilinizi de kültürünüzü de kaybetmeye başlarsınız.
Ata’mızın dediği gibi “Türk milletinin dili Türkçedir. Türk Dili dünyada en güzel, en zengin ve kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sevip onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk Dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir”
Ne de güzel demiş Ata’m, ancak bilememiş ki onun bize emanet ettiği hiç bir şeyi koruyamadığımızı.
Çok şükür, ne hazinemiz kaldı, ne de kutsalımız.
Bakın Atam, 1 Kasım 1932’de ne demiş “Türk dilinin kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için bütün devlet teşkilatımızın dikkatli, alakalı olmasını isteriz”
İşte, bizde aynen böyle yapıyoruz,küsüye çıkan vekil “lan..” diyerek söze başlarken,devletin ve hükümetin başındakiler argoyla karışık Türkçe’leriyle halkına ayar verme çabalarının üzerine,belediye meclislerinde başkanların “ne bakıyon gardaş…” nidalarını duyarken, bilumum yerel radyolarda ki sözde siyaseti yorumlayan,şehri ve ülkesi için çare arayan ancak kendi yaşamına çare bulamayan,akılları sıra yöresel şiveleriyle halka yakın olduklarını zanneden,aslında dinleyici kitlesini konuşma tarzları ile kalitesizleştiren, bir kitleye de program yapma izni veren kurumsal zihniyet olduğu sürece,dil ve kültür yozlaşması hızla hedefine ulaşmaya devam ediyor.
Yine beş çayından girdim, nerelerde bitirdim.
Kısacası; Dilimizi ve kültürümüzü, başka kültürlerle asimile ettiğimiz sürece, asıl kimliğimizi kaybetmeye mahkûmuz. Eğer, devlet kurumları ve önderler, etkin kişiler bunu yapmamak için direniyorsa, biz Türkiye Cumhuriyeti ve Mustafa Kemal Atatürk’ün evlatları, torunları olarak bu gidişata, gelecek nesillerimize doğru aktarım sağlamak ve kimliğimizi kaybetmemek için “durun artık!” Demeliyiz.
Şimdilik her zaman olduğu gibi hoşça kalın, akıl ve beden sağlığınızı korumaya çalışın!