Günlerdir. Taliban’ın Afganistan’da din adına yaptıklarını hepimiz üzülerek takip ediyoruz. Bununla birlikte sürekli sanal paylaşımlardan olayı yaşanan tutuklamalar ve göz altıları da yine biraz şaşkın, biraz kızgın ve anlamlandırmaya çalışarak yorumlamaya çalışıyoruz…
Neden?
Ne oluyor bu ülke yöneticilerine?
Biz nerede yanlış yaptık?
Bu dünya kime kalacak ki insanlara bu şekilde acı çektiriyorlar?
Tarih bize şunu gösteriyor ki sadece, din adına şiddete başvurmak Müslümanlara has değil.
Bugün Hıristiyanlığı ikiye bölen Protestan-Katolik çatışmasının sembol günlerinden birini hatırlıyoruz. Katolik Kilisesi’nin sapkın olarak gördüğü Protestan hareketine iç savaş haricinde yaptığı en büyük zulüm olarak hatırlanan Saint Barthélémy katliamı, 23-24 Ağustos 1572’de Fransa’daki iç savaşa son vermek için Katolik iktidarla Protestan cemaati arasında imzalanan bir antlaşma ve iki tarafı birleştiren bir evlilik töreni sırasında Paris’te yaşanmış. İki gün boyunca Katolikler, düğün için Paris’e gelmiş Protestanları öldürmüşler. Katliam dalgası taşraya da yayılmış. Geleneksel görüş, emrin Katolik kraliyet ailesi ve çevresinden geldiği şeklindedir; ancak kuşkusuz Paris halkındaki Protestan nefreti/ korkusu olmasaydı, cinayetler genel bir katliama dönüşmezdi.
Sonraki 150 yılda, Protestan İngiltere’deki Katolik fobisiyle Katolik Fransa’daki Protestan fobisi, karşılıklı birer ayna oldu. İngiltere her zaman Fransa’dan daha hoşgörülü olduğunu savundu, ama aslında Katoliklere yapılan baskılar bir yana, kendi kurduğu Anglikan Kilisesi’nin dışında kalan diğer Protestan inanışlarını bile en az 100 yıl boyunca bastırdığını unutmamak gerekir. Birden fazla dinin bir arada yaşayabileceği, bu cemaatlerin eşit veya en azından eşite yakın haklara sahip olabileceği düşüncesi, Hıristiyan dünyasında ancak 18. yüzyılda din baskısına karşı tepkinin yükseldiği Aydınlanma Çağı ortamında kök salmaya başladı.
Ve biliyoruz ki Doğu Türkmenistan olmak üzere hala bu din baskısı zulümlünü yaşayan insanlar var ve bizler sadece uzaktan üzülmekle yetinmeye devam ediyoruz.
Gelelim sansürlere,yine tarihsel araştırmalarda; Kökeni Roma’daki devlet görevlisi “Censor”a dayanan sansür, “toplumların devamlılığını sağlamak amacı ile düzeni bozan(!) faktörlerin ortadan kaldırmasına yönelik kontrolün sağlanması” olarak tanımlanır.
Her çağda uygulanmasına rağmen, 1. Dünya Savaşı yılları hemen hemen tüm ülkelerde sansürün en yaygın olduğu dönemlerden biri olarak hatırlanır. Osmanlı Devleti de bu dönemde diğer ülkeler gibi her türlü posta ve muhaberata askerî sansür uygulamıştı. Ne var ki sansür uygulaması, sıradan yurttaşlar için alışılmış bir durum olsa da, teşkilat açısından yeterli deneyime henüz sahip olmayan uygulayıcılar yüzünden birçok sorunu da beraberinde getirmişti. Özellikle gayrimüslim halkın ve yabancıların yazışmalarının denetimi, dil bilen eleman azlığı nedeniyle sıkıntı yaratıyordu. Bunun için Osmanlı Devleti, yurtiçi mektuplar ile askerî sansür ofislerinden gelen tüm mektupların muayenesi için özel bir “Askerî Sansür Birliği” kurulmasına karar vererek, 16 sayfa içinde 61 maddeden oluşan bir “Sansür Nizamnamesi” yayımladı.
Bu metne göre mektup, telgraf, gazete, dergi, paket, sinema ve tiyatro eserlerine sansür getiriliyordu. Basında da tüm sansür kuralları geçerliydi. Gazete ve dergileri ilgilendiren kurallar o kadar katıydı ki, gün içinde ikinci baskı yapmaları yasaklanıyor, yeni gazete ve dergilerin yayınına izin verilmiyordu. Mektuplar ve her türlü yayın içinde, Osmanlı İmparatorluğu ve askerî durumuyla ilgili cümlelerin yer alması, iç ve dış politika ile ilgili haberler, mâli ve ticari durumlar, büyük felaket veya kazaları bildiren haberler, halkın morali üzerinde olumsuz etkisi olabilecek tren ve gemi kazaları, büyük yangınlar gibi olaylarla ilgili haberlere izin verilmiyordu. Mektuplarda anlamsız söz ve işaretlerin kullanılması da yasaktı. Şifre yalnızca devletin iç ve dış haberleşmelerinde kullanılabilirdi.
Bu sansür dönemi, 14 Kasım 1918’de Mondros Mütarekesi’yle sona erdi, ama bu tarihe gelindiğinde Osmanlı toplumu geride kalan elli yılın hemen hemen tamamını, haberleşme ve haber alma hürriyetini elinden alan sansürle yaşayarak geçirmişti. İşgal ve Millî Mücadele dönemlerinin sansür mühürleriyle de bir süre daha yaşayacaktı.
Kaynaklar bizlere bu bilgileri verirken yüzyıllardır süre gelen din savaşlarının ve sansürlerin hiçbir zaman bitmeyeceğini bize tekrar hatırlatıyor.
İnsanlık var olduğu sürece egemen güçlerin etkisiyle ne dine ne de düşüncelerine sahip çıkabilecekleler.
Kısacası, insan neslinin oluşumuyla birlikte başlayan taht savaşında, filler tepişirken, zavallı çimenler ezilmeye devam edecek. Yani başta “Neden? Niçin?” Sorularının aslında tek yanıtı bu…
Törpülenemeyen hâkimiyet gücü! Ve insanlığın yok oluşunun tek sebebi…
Şimdilik her zaman olduğu gibi hoşça kalın,akıl ve beden sağlığınızı korumaya çalışın!